Erken açan çiçekler

Akdeniz ikliminin insanın içine işlediği en soğuk günlerinden birisi… Rüzgâr poyraz esiyor… Dondurucu soğuk içinize işliyor, dişlerininiz takırdıyor… Ayağınızı yere berkiterek basmasanız, neredeyse asfaltı sökmeye ahdetmiş fırtına, havaya savurduğu çatıların arasına sizi de katıp bir yerlere savuracak… Bir kamu kuruluşunun bahçesinde birbirine mesafeli ağaçların dalları fırtınaya karşı sanki bir dayanışma örneği sergiliyormuşçasına dallarını yukarıdan birbirlerine kenetlemişler… Fırtına, Derinlerdeki köklerine tutunan ağaç gövdelerine karşı amansız saldırılarını aralıksız sürdürüyor. ”Bu size az bile” dercesine, sanki bir eksikliği tamamlıyor gibi bindiren sağanak yağmurda herkes birbirine çarparak sığınacak bir korunak arıyor. İtiş kakış sığındığımız üstü kapalı otobüs durağında kadınlı erkekli insanların arasına birkaç sokak köpeği de karışıyor… İtişip kakışmalar arasında kimileri köpeklere tekme savururken, kimileri “onlar da can” diyerek tekme atanlara çıkışıyor, köpeklere yer açmaya çalışıyor… “Biraz şöyle yanaşır mısınız, gel köpek gel, hah işte oldu”… Homurdanmalar, içten söylenmeler sürüp gidiyor…Bir süre, sıkışan trafikte aralıksız korna çalan araçların, önündeki aracın sürücüsüne sinirlenen sürücülerin küfürleri, sağa sola koşuşturan insan manzaralarıyla oyalandıktan sonra nihayet sağanağın şiddeti kesildi, fırtına sakinleşip sert esen yele döndü… İnsanlar dağılmaya, köpekler birbirini takip ederek uzaklaşmaya başladı. Sığınmacıları fırtınaya, yağmura karşı korunaklık eden otobüs durağını terk ederken her nedendir bilemem ama köşe başından dönüp durağa baktım… Yalnızdı artık, ihtiyaç duyulan zaman sığınılan, ihtiyaçları kalmayınca terkedilen ana babalar gibiydi, sitemsiz ve sessizdi… İçime bir hüzün çöktü.
Yanımdaki arkadaşım “ hayrola, yüzün asıldı” dedi.
Baksana dedim, daha demincek yağmurdan fırtınadan korunmak için sığındığımız şu otobüs durağında kalabalık bir aile gibi tıklım tıklımdık. Ana-baba, kardeş yeğen, büyük-küçük… Üstelik birkaç da köpeğimiz vardı… Fırtına kesildi, yağmur dindi, fırsat bekler gibi hepimiz anında terk ettik, yapayalnız kaldı.
“Lan oğlum” dedi, “manyak mısın, deli divane misin, nesin sen, alt tarafı otobüs durağı, terk ettiğin bir insan değil, çok istiyorsan geri dön de teşekkür et bari”…
Gideceğimiz istikamete doğru yürümeye başladık… Her ne kadar ısıtmıyor ise de güneş açmıştı, caddelerde biriken sulara, ağaçların enli yapraklarına düşen güneş ışınları göz alıyordu. Caddeden insan seli akıyordu… Sürü halinde önümüzden giden birkaç köpek, umursamaz bir kaygısızlıkla bizim sağımızdan apartmanlar arasındaki boş arsalara doğru gittiler.
Yanımdaki arkadaşıma bir meseleyle ilgili bir şey söyleyecektim, başımı çevirdim, apartman bloklarının caddeye bakan yüzünde, kaldırımın üstünde gelinlik giymiş bir genç kız gibi gelene geçene gülümseyen erik dalları bembeyaz çiçeğe durmuş… Ağacın altında bir çocuk oturuyor, ıslanmış üşümüş… Öylece duruyor, sessiz… Sadece soğuktan büzüldüğünü görüyorum…
“Hayrola erik ağacı, bu soğukta, bu fırtınada çiçeklenmek için acelen ne?”… Belki de yanılıyordum, gördüğüm sanal bir animasyon gösterisiydi, gösteri biter, birazdan giderlerdi…
Arkadaşıma ne söyleyeceğimi unuttum. Aklım erik ağacında, dallarını süsleyen bembeyaz çiçeklerinde… Bu soğukta ağaç altında oturan çocukta… Aylardan Şubat… Şubatın on dokuzu… Daha geride zemheri soğukları var… Çakal dişleri gibi uzatacaklar narin çiçeklerine dişlerini, birer birer kopartacaklar dallarından… Mecbur musun be bu mevsimde çiçek açmaya… Yanımda arkadaşım olmasa basacağım azarın köteğini… Şubatta çiçek açan erik ağacı… Dişlerini çiçeklere uzatan zemherinin çakal dişleri… Birer birer düşecekler çiçeklerin dallarından kaldırımlara… Oradan geçen bir çift gözün anlık kederlenmesine bile sen teşekkür edeceksin… İyi de sen ne arıyorsun be çocuk bu soğukta ağacın altında… Üşümüşsün, zatürre olacaksın sonra bak…
Bir yıl sonra yine şubatta çiçek açacaksın, yine zemheri soğukları, yine çakalların kanlı dişleri… Bir yıl sonra o çocuğun yine bu soğukta, yağmurda ağacın altında olup olmayacağını bilmiyorum…
Ayaklarım, arkadaşımla geleceğimiz yere sürükledi, beynim erik ağacında…
Arkadaşıma yakınımızdaki kafeyi gösteriyorum…“Şu ileride bir arkadaşıma bir şey bırakacaktım, unuttum, beni bekliyor, bir çay iç, hemen gelirim”… Acele ediyorum, kafeye doğru itiyorum onu “ Hadi, hadi çayını iç, hemen gelirim”…
Erik ağacı ve çocuk uzaktan göründü… Ağacın dallarındaki çiçek de çocuk da bir yere ayrılmamışlar, ikisi de oradalar. Çocuğun yanı başında bir köpek, ayakta, yüzü çocuğa dönük…
Ağaca yaklaşırken adımlarımı yavaşlattım. Çocuk bir taşın üstünde kıpırtısız oturuyor… Çocukla konuşmalıyım… Nereden başlayacağımı bilmiyorum… Sekiz, dokuz yaşlarında…
“Merhaba”…
Gözüme bakıyor…
“Oturabilir miyim”?
Sessizce oturduğu taştan yer veriyor, yanına oturuyorum…
Titriyor, belki de bir şeyler söyleyecek ama dişlerinin titremesinden sözcükleri bir araya getiremiyor.
Çok üşümüşsün, hastalanacaksın diyorum… Elinden tutup kaldırıyorum, saçlarını okşuyorum… Titriyor… Köpek arkasından geliyor…
Anneni ya da bir yakınını bekliyorsan telefon et… Seni hemen şu köfteciye götüreceğim, geldiğinde zaten görürsün…
Yok diyor, kimseyi beklemiyorum.
Köfteci zaman zaman uğradığım bir yer…
Garsona “en sıcak yer” diyorum, işaret ediyor. Montumu çıkarıp üstüne örtüyorum…
“Bana bir çay, delikanlıya sıcak bir çorba”…
Sessiz, hiç konuşmuyor, gözüme bakıyor…
Çorbasını içmeye yardım ediyorum…
“Adın ne”?
“Umut”
Hayrola umut diyorum, seni epeyce izledim, bu soğukta taşın üstünde oturup duruyorsun, çok da üşümüşsün… Anneni filan mı bekliyorsun…
İkircikli duraklıyor. Konuşup konuşmama ikilemi arasında gidip geliyor.
İstersen söylemeye bilirsin, seni zorlamayayım.
Teklifsiz, arka arkaya konuşmaya başladı, dili biraz peltek, konuştuğu her kelimeyi anlamakta zorlanıyorum, tekrar söyletiyorum.
Amca diyor, geçen sene de böyle kışın çiçek açtı, bir sevindim, bir sevindim… Köpeğimle çiçekleri bekledik. Sonra dallarındaki bütün çiçeklerini aha şu kaldırıma döktü, ben ağladım.
Annem soğuktan dedi. Bir daha kışın çiçek açmaz, seni de üzmez dedi. Sabah köpeğimle sokağa çıktığımda yine çiçek açmış. Yine soğuk olacak, çiçekler yine kaldırımlara düşecek…
İçim burkuldu, dona kaldım. Utandım Umuttan, yüzüne bakamadım…
İçimden “ sevgili umut, oğlum, küçüğüm, şu lanet olası dünyada sadece çiçekler erken açmıyor. Bütün güzellikleri yaratanlar erken açan çiçeklerdir. Narin çiçeklerimizi Zemherinin çakal dişlerinden nasıl kurtarırız Umut”…
Umut’un yaşı küçüktü…Nereden bilsindi nice umutların da bu netameli Şubatta çakal dişlerine yem olduğunu…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.