Teröristler…

Onu müdavimi olduğum kahve ortamında tanımıştım, “gurbetçi” idi, uzun Yıllar Almanya’da çalışmış, emekli olmuş, birikimiyle Antalya’dan bir ev alıp buraya yerleşmiş… Gençliğinde MHP, Ülkü ocakları gibi faşist yuvalarında “arz-ı endam” eylemişti. Tanışmamız da zaten bu yüzden olmuştu, kendisiyle birlikte gelenlerin oturduğu masadan gelen kaba milliyetçi lakırdılarına tahammül edemedim. Özellikle kahveye gelen kürtlerin gözünün içine baka baka rencide edici kabalıkları sinirlerimi bozdu… Oturduğum yerden kalkıp masalarına oturdum, içlerinden bağıra çağıra yüksek sesle, muhtemelen birilerinin kendisini duyma hevesiyle konuşana “ senin hakaret ettiğin insanlar da var burada, madem buraya geliyorsun neden bu insanları rencide ediyorsun, kalkıp onlar da sana hakaret etseler haksız mı olacaklar” yollu uyarıma “ Biz ülkücüyüz, buraya bir yığın ülkücü yığarım, sıkıyorsa bir laf etsinler” diye dayılanmaz mı?.  Bir kürt arkadaşım yanaştı, niyetini anladım, sözümden pek çıkmaz. “Doğru evine git, bu seninle ilgili değil”… Onu uzaklaştırdım. Sonrası malum… İki tokat çil yavrusu gibi dağılmaları için yetti de arttı bile.

İçlerinde en yaşlısı buydu, kıyamadım vurmaya. “Devrimciler pek tahammüllü insanlar değildir, önce adam olmayı öğrenin”…Kafasını kaldırıp yüzüme bakamadı, belli utanmıştı. Kalkarken yanıma geldi, “ biraz konuşabilir miyiz”?

Olay nedeniyle sinirlerim bozuktu “ Kırk yıldır hiçbir faşisti adam yerine koyup konuşmadım, sen istisna olmayacaksın” dedim, bir çocuk gibi başını önüne eğip süklüm püklüm gitti. Bir süre sonra semt pazarında karşılaştık, elimdeki poşetten elma alırken gördüm, gülerek “ müsaade var mı” dedi. “Elbette dedim. Tokat ya da elma… Seçim senin”… “Elmayı seçiyorum” dedi, izin verirsen sana bir çay ısmarlamak isterdim, konuşmak istiyorum”…

 

Kahvenin gürültülü köşesinden uzakça bir yerde bir masaya oturduk, çaylar söylendi. Olay için özür diledi. Türkiye’deki, Almanya’daki yaşamını anlattı. Türkiye’de içlerindeymiş, Almanya’da uzaklaşmış, birçok solcu, Kürt, alevi arkadaşı olmuş… Aralarında hiçbir sorun yaşamamışlar. Dört, beş yılda bir Türkiye’ye geliyormuş, burada bunlarla görüşmek istemesine karşın bir şekilde bunlar kendisini buluyormuş. Bu kahveye de evi yakın olduğu için sık sık geliyormuş, beni de tanıyormuş. En çok “efendi” kişiliğimden etkilenmiş, birkaç kişiye sormuş, soruşturmuş, “ eski teröristtir,  komünisttir” demişler ama o bu kadar efendi bir insanın terörist ya da komünist olabileceğine pek ihtimal vermemiş.  Mesela oyun oynarken masadakilere hesap verdirmeyişimi, tüm masanın hesabını benim ödeyişimi, garsonu sigara aldırmak için markete göndermeyişimi, kalkıp gidip sigaramı kendimin alışımı, avukat olmama rağmen lüks yerlerde üstü başı düzgün insanların gittikleri yerlere gitmek yerine yoksul, işsiz güçsüz, parasız pulsuzların geldiği bu kahveye gelmemi, bu insanlarla sohbet etmemi, birçok kişinin benden yardım talebinde bulunmasını, bunları geri çevirmememi, herkese yardımcı olmaya çalıştığımı, davalık olanlardan para almadığımı hiç anlamamış… “Valla diyor sana komünist dediler ama ben bu kadar efendi, bu kadar alçak gönüllü bir insanın komünist olduğuna hiç inanmadım”… Güldü “ Ama ne tokattı be dedi, senden hiç beklemiyordum, bir de o sunturlu küfür edişin yok mu, valla bayıldım”…İyi ya işte dedim, öğrendin, komünistler bütün insanlara karşı hoşgörülü ve alçak gönüllüdür, sınıf düşmanlarına, onların uşaklarına karşı çuvalda saklı yüzlerini ortaya çıkarmada da asla tereddüt etmediler, etmeyecekler de… Bir an göz ucuyla ürkek ürkek yüzüme baktı, acaba ben komünist miydim?… “Eğer komünist olmak böyle bir şeyse…”, lafını tamamlamadı. O gün geç vakte kadar sohbet ettik, vakit geç olmuştu, iyi geceler dileyip ayrıldık. Ertesi gün kahvede beni bekler buldum, gülerek karşıladı. “Senin masanda oturabilir miyim”?. Buyur ettim, bir şartım var dedi, “ benim çay paramı vermeni istemiyorum”. Peki, dedim “ Alman usulü mü”?.  Hayır dedi, ben vermek istiyorum. Belli ki etkilenmişti, yalnız bırakmama gerek yoktu, kahveye gelmediğim zamanlar arayıp gelip gelmeyeceğimi soruyordu. Zaman zaman kahve çalışanlarına benim uğrayıp uğramadığımı sorar, geleceğimi söylerlerse beklermiş, değilse kalkıp gidermiş. Sohbetimiz sıklaşmış, görüşmelerimiz daha bir sıcaklık kazanmıştı. Farkındaydım merakının, çaktırmadan devrimcilere, devrimci mücadeleye ilişkin sorular sorar, soluksuz dinlerdi. Faşizm nedir, kapitalizm neydi, Faşistler kimdi, AKP iktidarı neciydi, şu RTE nin eş başkanı olduğu BOP da neyin nesiydi, Denizler niçin asılmış, Mahirler niçin katledilmişti? Almanya’da, Türkiye’den giden siyasilerle tanışmış, onlardan dinlemiş, 12 Eylül bu kadar solcuyu neden işkenceden geçirmiş, cezaevlerine doldurmuş, öldürmüş, işkence etmiş, idam etmişti… Sorular, sorular, sorular… Birkaç ay günü birlik sohbetlerimizin konusu buydu… Tatile gideceğini söylemişti, epey zaman görüşemedik, telefonla hal hatır sorduk.

Birkaç ay sonraydı, gülerek karşıdan gelişini gördüm, benim farkımda değildi. Önüne çıktım, kucaklayacağım, hal hatır soracağım, ne de olsa birkaç aydır görüşememiştik, özlemiştim de. Yüzüne yerleştirdiği kızgınlık ifadesini bütün vücuduna yaymaya çalışıyor, eliyle “ gelme, uzak dur” işareti yapıyor, basbayağı bana kızgın.

 Donup kaldım, ne diyeceğimi, ne yapacağımı kestirememenin tedirginliği ile şaşkın şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Gülümseyiverdi, gelip boynuma sarıldı, kucaklaştık. “Abi, hayrola” dedim, şu suratından dökülen ne, seni üzecek bir şey mi yaptım…

Koluma girdi, “buraya seni görmeye geldim, seni özledim” dedi “ yürüyelim mi”?

“Şimdi yirmili yaşlarda olmak isterdim, seninle birlikte olmak isterdim, senin mücadele ettiğin saflarda mücadele ederek bu yaşa gelmek isterdim”… “Abi dedim sen yaşa ne bakıyorsun, sen hala delikanlısın, biz o günleri göreceğiz, o siperlere birlikte girer, ölüm tacirlerine karşı hayatı birlikte savunuruz”… “Karaoğlan” dedi, “yaşım yetmiş, geçim sıkıntısı can derdine düşürdü bizi, ne insanlığı öğrendik ne de insan olmayı. Böcek gibi kendi daracık çukurumuzda yaşamayı erdem, solucan gibi omurgasızca sürünmeyi marifet saydık da şöyle bir belimizi doğrultup dünyaya bakmayı düşünemedik. Daha doğrusu düşünmemize ne olanak tanındı ne de fırsat. Belki kızacaksın ama şu benim de içinden geldiğim ülkücülerin çoğu bugün ekmek parasına muhtaçtır, kullandılar attılar, Almanya’da da Türkiye’de de gördüğüm bu kesimin o zaman önde gelenleri bugünün mafyacıları, haraççıları… Tabii katilleri de kahraman yaptılar, iş adamı yaptılar, siyasetçi yaptılar… Her birimizin kanına zehir şırınga ettiler, bildiğimiz değil daha doğrusu ne olduğunu bizim de bilmediğimiz bir Türklük-Müslümanlık amentümüzdü. Başka bir şey öğrenmemize de gerek yoktu. İlimdir, bilimdir… Kim fırsat verir ki… Zaten ilkokulu zar zor bitirmiş yoksul aile çocuklarıydık. Halkın bilgisizliğini, cahilliğini kullandılar. Bugünün Müslümanlarının fakir fukara çocuklarını kuran kurslarına teşvik ederlerken kendi çocuklarını Avrupalarda, Amerikalarda okutmalarını bile görmek anlamak istemiyoruz. Bir insanın beyni körleştirilince gözü de görmüyor. O yaşımda bir devrimciyle tanışsaydım, ya da gelip bulsalardı beni, ağzımı gözümü dağıtıp bu pislikten çekip çıkarsalardı . Kötü bir insan değilim, bana hayvanlığımı anlatsalardı, bana insan olmaktan nasipsizliğimi anlatsalardı. Bu insanlarla ekmeğimi bölüşseydim, omuz verseydim onların herkes için hayal ettiği daha güzel bir dünyanın kurulmasına… Bilgisiz, bilinçsiz koca bir ömrü tamamladık, bir boka yaramadan geldik bu yaşa,”… Gözleri yaşardı, olduğu yerde durup başını gökyüzüne çevirdi, o aksakallı adamın çocuk gibi, çocuk saflığında, çocuk temizliğinde gözyaşları yanaklarından sakallarına doğru süzülüyordu… Yazarını hatırlamadığı bir yazarın “ Darağacında üç fidan” isimli kitabını üç kez okumuş, kitabın sayfalarını çevirip çevirip yeniden okuyormuş. Bir kitapçıya Che’nin kitaplarını sormuş, bir tane bulabilmiş, onu okumuş. Kitabın arka sayfasında Che’nin öldürülüşünü anlatan bir yazı da varmış…  Yine adını hatırlamadığı bir gazetecinin faşistlerin yaptığı Maraş, Çorum katliamlarını, Sivas kıyımını okumuş… “Che gibi, Deniz gibi, Mahir gibi insan evlatlarını öldürüyorlar da bu katilleri aramıza salıveriyorlar” dedi. “Abi dedim, bak ülkücü tosuncukları kızdıracaksın haaa…”… “O günlerin utancını yüzüme vurmasan”… Dedi. “Özür dilerim dedim, şakayla söyledim, seni üzmek için söylememiştim”… Kasvetli havayı dağıtmak için salladım, görmüşlüğüm filan da yoktu “yanındaki hanım da pek şatafatlıydı haa” dedim. Hoşuna gitti, “boşandım yıllar önce, sevgilim” dedi. Haber saatiydi, TV de günün haberleri veriliyor. “Teröristler filanca yere saldırdı, şu kadarı etkisiz hale getirildi”… İstek dışı göz göze geldik, “ yoksulların savaşına terör, zenginlerin terörüne de savaş denir” … “Alfabe ellerinde, istedikleri gibi okuyup yazıyorlar, bizi de inandırıyorlar”. Bu alfabe yırtılmadıkça daha çok alkışlarız bunların iğrenç yalanlarını.  Yüzüne baktım, “Abi filozof gibi konuştun”…  “Kat edecek daha çok yolum, öğrenecek daha çok şeyim var” dedi.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.