Yen

Selami Efendi deyip geçmeyin. Fabrikamızın gözbebeğidir o. Ömrünü, patronun,  patronun gölgesi müdürünün çekilmez afra tafralarıyla geçirenlerin, gençliğini küf kokulu mahzenlerin üstü bir parmak toz kaplamış ahşap rafların efendisi defteri kebirleri dehlizlerin loş ışığının dik merdivenlerinde bir aşağı indir, bir yukarı çıkar talimiyle geçiren büro çalışanlarının, ikide bir makinelerin yamyam dişlilerine kolunu parmağını kaptıranların, “kölelere ancak reva görülen ücretlerin ne zaman artırılacağı” ile kafa yoranların ulaşamadığı “gözdelik mertebesinin”  vazgeçilmezidir Selami Efendi… Anlama yeteneği ne kadar gelişmişse, duyma, işitme, tepki verme, karşı koyma gibi gereksiz şeylere ayıracak zamanı da bir o kadar yoktur. Müdürü leb demeden leblebiyi anlar, görmezlikten gelmesi gereken şeyleri görmesini zaten kimse beklemez de görmesi gereken şeyler toz zerresi bile olsa gözünden kaçmaz. Müdür,işçilerin gizli kayıtlarını her gün günceller Selami Efendinin ajandası sayesinde. Fabrikada kim kiminle, ne nasıl, kimler patronun analarına selam yolluyor, kimler mülayim, kimler kışkırtıcı tüm çalışanların aldıkları nefes şaşmaz biçimde Selami efendinin zihnindesimsiyah harflerle kayıtlıdır. Vardiya arasında ya da ilgili müdürün özel görüşmesinde ajanda bilgileri ballandıra ballandıra aktarılır.

“Aferin Selami Efendi, şirketimiz seninle gurur duyuyor”.

Şirketin duyduğu gururun mislini Selami Efendi öylesine hak etmiştir ki, tuvalette kırpık bıyıklarını burarken bu haklı gururun tadını çıkarır.

Meziyetlerini saymaya kalksanız ne gün yeter ne gece. Öğle yemeği için müdür dışarı çıkmaz, yemekler şirkete sipariş edilir. Müdür yemeğini yerken o kapalı kapının önünde ellerini ovuşturur.

Müdürün yarı bıkkın, yarı baygın sesiyle Selami Efendi ceketinin düğmelerini ilikler, başını hafif eğerek elleri önünde bağlı müdürüne endam ederken bir gözüyle yemek artıklarını süzer. Elbette Selami Efendi ihmal edilecek değil ya kırıntıların orasından burasından boğazına tıkayacağı iki lokmayı kazıya kazıya çıkarır. Mesai arkadaşlarının “Selami dikkat et, kemikler boğazına batar” alayını, o kendisinin kıskanılmasına yorumlar, hiç sesini çıkarmadan tıkınmaya devam ederdi. İyi bir aile babasıydı Selami Efendi. Öyle arkadaşlarıyla sohbet etmek, oyun oynamak, felekten bir gün çalıp iki kadeh parlatmak gibi bir adedi de yoktu. Dernek bilmez, kahve bilmezdi. Karısının zaman zaman “ herif kalk bir sokağa çık, sabahtan akşama eve tıkılıp kalıyorsun” gibi nazik ve zarif teklifini, dünyanın ekonomik çöküntüde olduğu bir dönemin açık, kesin ve net rakamsal verileriyle açıklar, “ bir çay bir buçuk, üç kişiye çay ısmarlarsan eder beş” diye derin iktisat bilgisiyle karısını ters köşe ederdi. Akşam eve gelirken şayet kaykıla kaykıla kapıya dayanmışsa bilin ki müdürün arakladıkları paydan üç beş kuruş da Selami Efendi nasiplenmiştir. İki çocuklu Selami Efendi yaşadığı gecekondu mahallesinde gıpta edilen biriydi. Ne de olsa bir fabrikada ayak işleri yapıyordu, o nesiydi öyle karısının iki de bir aşüfteler gibi giyinip çarşıya pazara çıkması… Oğlu at yarışı, it yarışı derken Selami’nin mirasının hakkından gelecekti ama şu okuyan kızı bir o kadar cana yakındı yakın olmasına da başka mahallede bildiri dağıtırken görenler varmış, canım neyine gerek bildiri dağıtıp da başını belaya sokmak… Okulunu bitir,

Şöyle helal süt emmiş bir koca bul, gel keyfim gel… Yok, yok bu kızdan adam olmayacaktı. Kızının bildiri dağıttığına ilişkin dedikodu Selami Efendinin kulağına geldiğinde boğulacak gibi olmuştu. Yarı yalvarır, yarı tehditkâr “aman kızım demişti, şirket müdürleri bir duyarsa neremiz nerede kalır, zaten her gün bir bahane bulup durmadan işten çıkarıyorlar. Allah göstermesin, şu kışta kıyamette neremiz nerede kalır” . “Yok, baba demişti kızı, ben okula gidip geliyorum, sınavlarıma çalışıyorum, bu dedikoduya inanma”… Ne yapsındı Selami Efendi, yüreğine bir kor düşmüştü bir kez, tedirgindi, o günden sonra durduğu yerde duramaz olmuştu, uykuları da eskisi gibi derin, kaygısız olmaktan çıkmış, hırçınlaşmıştı. “Ya kızımın bildiri dağıttığını patron duyarsa”…

Aynı işyerinde çalışan Mehmet, Selami’nin bu aşağılanmasına pek katılanlardan değildi. Hatta zaman zaman verilen molalarda Selami’nin koluna girip onunla iki çift laf etmesine Mehmet’in arkadaşları fitil olurlar da Mehmet’e saygısından dolayı susarlar, pek laf etmezlerdi. Selami bir yolunu bulur, Mehmet’le birlikte sohbetini müdür ya da patronu görür diye boncuk boncuk terler,  gözü etrafı kolaçan etmekten arkadaşının söylediklerini duymazdı bile. Gerçi Mehmet adam gibi bir adamdı ama ya bir gören, duyan olursa… Bir punduna getirip kendine bir iş çıkartır, bir fırtınadan, bir depremden kaçarcasına uzaklaşır, Mehmet’in kelimeleri ağzında kalırdı. Mehmet, kızgın gözlerle kendisine bakan arkadaşlarına  “mecburuz” demekle yetinirdi. Arkadaşlarının bu kızgın bakışlarından gına getirdiği bir gün “ görmüyor musunuz” demişti“adamların attığımız her adımdan, aldığımız nefesten haberleri oluyor. Tedirginlik iliklerimize işledi. Adam muhbir ve tepe tepe kullanıyorlar. Bu işi başaracaksak biz de onu, onlara karşı kullanmayı düşünmeyecek kadar aptal mı olalım istiyorsunuz”… Mehmet, arkadaşlarının birçoğunun muhalif sesini bastırmayı başarabilmişti.

O hafta neredeyse bir vardiyanın bir kaçı hariç bütün çalışanlarının işine son verilmişti. Gerekçe hazırdı zaten, bu çalışanlar iş yeri barışını bozuyorlardı. İşten atılan vardiya çalışanları işyeri örgütlenmesinin olsun, diğer işyerleri çalışanlarıyla iletişimi sağlamada olsun gözü pek, deneyimli işçilerdi. Bunların işten çıkarılmaları grev kararını yine kesintiye uğratmış, grev ertelenmek zorunda kalınmıştı. O gün diğer işyerleri çalışanlarının da katılımıyla geniş çaplı bir toplantı kararı alındı. Polis, ilerici dernek ve sendikalara göz açtırmıyordu, toplantı basılabilir, yine birkaç arkadaşları gözaltına alınabilirdi. Mehmet’in yakın bir arkadaşı bar işletiyordu ve toplantı bu barda yapılacaktı. Üye oldukları sendikanın, sendikacı mı, patron yamağı mı olduğu pek kestirilemeyen yöneticilerinin çağrılmaması kararı alındı, içlerinden bir işçi “ikinci bir Selami’ye ihtiyacımız yok” dedi.

Günler süren toplantılar, kararlar, tartışmalar, yazıp bozmalardan sonra grev kararı alınmıştı… Fabrikanın önüne çadırlar kuruldu, halaylar, davul zurna… Megafonla okunan yurdun dört bir yanından gelen destek mesajlarının verdiği molayla göklere yükselen coşku grev yerini bayram yerine çevirmişti. İşçiler fabrikaya çalışmaya gelenlere uyarılar yapıyorlar, içeriye kimseyi almıyorlardı… Selami Efendi bile işinden olmuştu… Sağda solda grevci işçilerin şu kışta kıyamette grevi devam ettirmeyeceklerinin dedikodusu yayıladursun, işçiler aç kalma, açıkta kalma pahasına

düşman çatlatırcasına grev bayrağını dalgalandırıyor, özellikle grevin başarısızlığa uğrayacağına ilişkin sendikacıların kehanetleri bir türlü gerçekleşmiyordu.

O gün kızı Selami Efendiye “ arkadaşlarını hiç ziyaret etmedin” diye sitem etmişti. Severdi kızını. Sırtına paltosunu giyip, müdür hediyesi çizmelerini ayağına geçirdi. Yolda grev yerine gidip gitmemekle bir hayli cebelleştikten sonra “ grevin başarılı olması durumunda iplerin grevcilerin eline geçeceğine ilişkin muhasebe bilgisinden emin olarak” yola koyuldu, grev çadırlarına yaklaştı. Bir işçi yüzünü buruşturdu “ siktir git buradan, aşağılık muhbir” dedi.

Ne yapacağını şaşırdı, dayak bile yiyebilirdi. Süklüm püklüm evin yolunu tuttu. Paltosunu, çizmelerini çıkarmadan somyaya uzandı, batan bir şeyler vardı. Lavaboya gitti, uzun uzun yüzüne baktı, yaşayan bir ölü yüzüydü sanki sapsarı, anlamsız bir yüz… Grevci arkadaşları aynanın içinde sıraya girmişlerdi de,  biri bırakıp diğeri başlıyordu sanki… “ Siktir git, aşağılık muhbir”…

Pencereden dışarıyı seyretti. Karla karışık yağmur yağıyordu… Evde kimseler yoktu, karısı komşuda, oğlu muhtemelen iddia bayiinde olmalıydı… Ya güzel kızı… Uzun uzun kızını düşündü…

Kilere girdi çıktı, mutfak, banyo, ayakkabılık… Aramadığı yer kalmadı. Bir ip… Onu bu utançtan kurtaracak bir ip… Bulamadı, yoktu. Sandalyeyi ayaklarının altına alıp gömleğini çıkardı, gömleğin bir kolunu banyonun tavanında asılı çengele düğüm yaptı, diğer kolu boynuna bağladı. Bütün korkularını yitirmişti, bütün düşüncelerine de… Dış kapının anahtar gıcırtısını duydu, gelen eşi ve kızıydı. Acele etmeliydi, bitirmeliydi şu işi… Sandalyeyi tekmelemesiyle kızının babasının bacaklarına yapışması bir oldu… Yukarı itti, Kızının bir çığlığı ile eşi mutfaktan kaptığı bıçakla gömleğin yenini kesti, külçe gibi yere yığılan Selami Efendi anlamsız anlamsız eşinin, kızının yüzüne bakıyordu.

Selami Efendiyi odaya taşıdılar. Çok şükür sağ ve yaşıyordu… Ana kız arka arkaya mutfağa geldiler… Anne tedirgindi.

Kızı “ Babam gömleğinin yeniyle kendini asacağına, keşke grevci arkadaşlarına omuz verirken terleseydi de terleyen gömleğinin yenini elimle yıkasaydım” dedi.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.