Sırası mı şimdi?

Yeminliyim. Şu hayatın bir parçası olmayacağım, ne herhangi bir meşgalesinin içinde de olurum, ne gelgitlerinin, ne meşakkatlerinin, med-cezirlerinin derdine düşerim,  bana ne… Payıma düşen dört günlük ömür, gülüp eğlenip keyfime bakmak varken bana ne elin üç oğlağından, beş keçisinden. Bana ne boynu koparılan papatyalardan, bana ne hedef tahtasında boyunları uçurulan goncalardan… Bana ne bülbülün ahından karganın gakından, derdi beni mi aldı papazın amentüsünün, imamın haçının… Bana ne, bana ne, bana ne… Tanrıların hışmına uğramak, onların gazabını üstüme çekmek neden hoşuma gitsin ki…Gelen ağam, giden paşam… Ben kimseye dokunmazsam, kimse de bana dokunmaz. Bana değmeyen yılanla ne işim olur ki… Haydi,… Devamı

Mevsim takıntısı

Beni böylesine kendine tutsak edecek kadar sarıp sarmalayan Haziranda ne bulurum bilemem ki… Ölesiye yaşanan aşklar mı, canını dişine takacak kadar saf, temiz delibozuk gençliğimizin geleceğe fütursuz koşusuna sinen serden geçmişliğimiz mi, ya da ikindiüstleri kokusunu kilometrelerce uzaktan içine çektiğin, ta Kızılaylardan yalın yapıldak inatla yürüyerek gelip her akşam o tek katlı evin küçücük bahçesinden kopardığın susam gülü mü?  Kopardığın susam gülünü mü koklardın, haziranı mı?..Bunların hepsi, ya da hiç biri… Sel gider kum kalır ya, işte öyle… Yıllar geçer, aylar geçer de Hazirana gelince geçmişe takılır kalırım, ya da haziran bir türlü bırakmaz yakamı… Sabahın erken bir saati… Uzaktan… Devamı

Lavuklar müzesi

Her halinden kent “apaşı” olduğunu ilan eden bıçkın, sağ elini kah yumruk yaparak, kah avuçlarını açarak telefonda konuştuğu birisine iki lafının birinde “lavuk”  diyor. Konuşurken kâh gülüyor, kâh kızıyor, kâh karşısındakini azarlıyor. “ Bak canım kardeşim” diyor “ seni öyle bir gömerim ki, yedi sülalen cin çarpmışa döner”…Sonra sesinin tonu tekrar yumuşuyor, bu kez karşısındakine mahallenin haşarı veledine öğüt veren büyük abi gibi öğütler vermeye başlıyor, sinirleri gevşiyor, yüzüne bir gülümseme yayılıyor. Yanına yaklaşıp elimi omzuna koyuyorum, sanki yakayı ele vermiş bir kaçak gibi irkiliyor, “ne istediğimi soran gözlerle yüzüme bakıyor. “Affedersin, rahatsız ettim galiba”. İğne batırılmış balon gibi sönüyor,… Devamı

Eyersiz atlar

Kışları haşindi oraların. Mevsimler kitaplardaki kronolojik sıralamaya uymazdı. Yaz ne zaman biter, kış ne zaman başlardı Allah bilir. Yumuşak iklimlerin ilkyazında açmaya başlayan begonvillere, güzle birlikte sararıp asfaltı işgal eden akasya yapraklarına yazılan güzellemelerin buralarda yeri olmazdı. Daha güzün başlarında bir başladı mı yağmaya başlayan kar bu coğrafyayı dünyadan yalıtır, her şeyle ve herkesle iletişim kesilirdi. Gümrah ormanların yeşili, sarp dağların başları, uçsuz bucaksız ovaların düzlüklerine tek bir renk hâkim olurdu… Kar… Karın süt beyazı… Akarsular, dereler buz tutar, yemek, çamaşır ihtiyacı sobanın üstündeki bakır kazanda eritilen kardan karşılanırdı. Sabahın ayazında yeldir yepelek giysileri içinde dışarıya atılan ilk adımda toprak… Devamı

Karanlığın sultanları

“Hayat hak etmektir” demiştin ya… Takıldım kaldım, gerçekten yaşanan neydi, hak edilen neydi, çıkamadım bir türlü işin içinden. İnandırıcı bir cevabı var mıydı?. Benim için beynimin bir cevap üretemeyeceği kadar karmaşık bir mesele. Mesela hayal etmek, sonsuz bir ufka dikip gözlerini ufkun ötesindeki cennete ulaşmak için çırpınmak, yarattığın halüsinasyonlara inanmak, ayağına taktığın prangayı söküp atacak güç ve iradeyi taşımana rağmen beynine taktığın pranga karşısında çaresiz kalmak hesaba dâhil miydi?  Hayatı hak etmek uğursuz bir elde tike tike parçalanan ekmek ufaklarının, henüz tarifi yapılmayan bir maharetle kendini çoğaltarak kendi parçalarından bütününü oluşturmak mıydı?  Dünyanın şeyine parmak atmış bilim adamlarının bile cevaplamakta… Devamı

Karanfil kokulu şehirler

İki eski arkadaştılar, uzun yıllarının hücre arkadaşları. İki kişilik hücrelerinde, cezaevinden çıktıklarında bir deniz kasabasının denizi gören yüksekçe tepesinden üzerinde buğusu tüten demli çaylar eşliğinde gün batımını izlemenin hayalini kurmak günlük hücre yaşamının olağan mesaisiydi.  Denize, özgürlüğe olan hasretlerinin biricik öznesi yine denizdi, yine gün batımında güneşin kızıllıklarını da bohçasına doldurup tepelerin üstünden yitip gitmesiydi. Ah, ah… Yaz akşamlarında güneşin denizin üzerinden aşıp gitmesini görebilecekler miydi?. Güneş batınca hava kararırdı, geriye karanlıklar kalırdı. Karanlık sözcüğü ikisinde de istemleri dışında bir ürpertiyi, tedirginliği çağrıştırır, bir süre konuşmadan endişeli gözlerle ve birbirlerinden saklayarak göz ucuyla birbirlerine bakar, ortalık sus pus olurdu.  Birisi… Devamı

Kumsalda yaz

Ah şu Mayıs ayları… “Buna da şükür” dedi, “bunca yıllık yaşamımda elimde kalan tek varlığım sabah serinliği, öğle sıcağı, akşam esintileriyle, hayatın bütün kapıları teker teker yüzüme kapanırken, her aklıma düştüğünde kapısını çaldığım, hiç yüzünü asmadan, gelişimi geri çevirmeden güler yüzüyle beni içeri buyur eden, bağrına basan vefa abidem, arkadaşım,sırdaşım, yoldaşım… Merhaba Mayıs…” Elden ayaktan düşmemişti daha çok şükür, kendi başının çaresine bakabilecek gücü vardı, kendiişlerini kendi görüyordu, kimseye muhtaçlığı da yoktu. Eee, ne de olsa yaş kemale ermişti, eski gücünün, kuvvetinin zindeliği yoktu. Birde şu emekliliğini hak edebilse… Gerçi iki buçuk, bilemedin üç yıl sonra emekli olacaktı. Elin işi… Devamı

Issız bir yer

Tesadüfi karşılaşmalarla başlayan hoşbeşlerin yaşam boyu aranan dostlukların başlangıcı olabileceği kimin aklına gelirdi ki. Sıkıntıya gelemem. Bir bahane bularak günlük yaşamın hengâmesinden kaçıp deniz üstü bir tepede alırım soluğu. Deniz iyi gelir, yalnız kalırsınız, kendinizin altını üstüne, üstünü altına getirir, didişir durursunuz. Etrafınızdaki curcunanın farkında bile olmazsınız. Ne ciddi ciddi yavaş, usul sesle tartışanlar, ne her şeyi gırgıra alıp kahkahayı basıverenlerin gürültüsü dikkatinizi bile çekmez. Yalnızca deniz ve siz… Ara sıra bir meltem eser, gömleğinizi havalandırır, “oyalanma da oku” der gibi önünüzdeki kitabın sayfalarını çevirir, tepenizden sürüyle uçan yaygaracı kuşlar çınar ağacının dallarına tüneyiverir. Bir süre onları seyredersiniz. Sonra yine… Devamı

Damlalar

Aslında şimdiye kadar hiç tanımadığım, içinden geçmediğim, kahvelerinde bir bardak çay bile içmediğim o ilin kasabasını beynimde ulaşılmaz bir diyar, benim kutsal mabedim yapan duygu birikimi o kitabın içinde saklıydı. Yeni okumuştum eski, yıpranmış sayfalarına okyanusları sığdıran o kitabı. Şeyh Bedrettin’in varidatı ve üstüne Nazımın Şeyh Bedrettin Destanı… Destanın her satırı ezberimde, yolda belde, yatarken, yürürken dilimin ucunda hep o destanın dizeleri…  Kitabın her sözcüğü, her satırı nakış nakış işledikçe beynime, destanın her satırı dalga dalga geçtikçe gözümün önünden, olayın geçtiği, hiç görmediğim, hakkında adından başka hiçbir şey bilmediğim, hiç görmediğim o il ve kasaba bir tutku olup çıkmıştı… İl… Devamı

Bir entellektüelin iç sıkıntısı

“Kendi dilimiz nerede? Kendimize, aynı saflarda mücadele ettiklerimize anlatamadığımız bir şeyi başkalarına nasıl anlatırız. Sen insansın, belinin kamburunu doğrult, beynine yüklenen prangalara teslim olma, bu esaretindir, bütün bildiklerini yırt at, sözüme kulak ver, kalk ayağa demenin dilini neden öğrenemedik hala… Bütün insanlığın üstüne çöken bu yapışkan, yılışık, arsız sisi nasıl dağıtacağız”… Onlar İki eski arkadaşlardı, gençliklerinde aynı örgüt saflarında mücadele etmişler, ayni ideal için işkencelerden geçmişler, yıllarını cezaevlerinde geçirmişlerdi. Uzun zamandır birbirlerinden haber alamamışlar, nihayet filanca şehirde buluşmak için sözleşmişlerdi. Sarılıp kucaklaştılar, hal hatır sordular, yeniden yeniden kucakladılar birbirlerini. İkisi de değişmişti, saçları ağarmıştı, içinden çıkılması mucizelere kalmış birçok derdin… Devamı