Şeyler

Ayağını kaldırım taşlarına sürüyerek yürüdüğün o Ağustos ayının aysız gecesinde beyninde hangi fırtınalar esiyordu, hangi deryaların korsanıydın, hangi uçsuz bucaksız denizlerin derinliklerinde sana merhaba diyerek gülümseyen bir damlanın hayaliyle kendinden geçiyordun a benim acemi korsanım, a benim acemi oğlum, canımın ötesinde canım olan kardeşim. Düşünüyorum da nasıl da asık suratlıydın, yanına yanaşmak ferman, seninle iki çift laf edebilmek derman, senin söylediklerini aksini söylemek mangal gibi yürek isterdi de sanki öyle görünmeyi bir görev edinmiştin… “Sert adam” olmak için kendini çok mu zorluyordun a benim yufka yüreklim, a benim gani gönüllü dervişim… Ben dâhil, niçin hiç kimsenin aklına gelmemişti ki, seni… Devamı

Duman

“Bir hikâyenin sonunu getiremeyeceksen ya hiç başlama, ya da seni taşa tutamlarından yakınma, sonucuna da katlan” Onu, çamurdan çıkılmayan gecekondu mahallemizin sokaklarında top koştururken tanımıştım. Mahallemiz işsizlik haritasında birincidir. Fiiliyatta hemen herkesin öyle kayıtlı kuyutlu, sosyal güvenceleri olan resmiyet tanınmış bir işi yoktur. Devletin resmi kayıtlarda aylaklar, polis lisanında kafadarlar olarak geçeriz. Çizelgelere rastgele serpiştirilen, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen birkaç memur ile birkaç gündelikçi işçi her ne kadar mahallemizin işsizlik raconuna ters gelse de zararsız insanlardır, herkes onlarla, onlar herkesle iyi geçinir. Allahları var günlük yaşamımızın vazgeçilmez ritüellerinden olan polis baskınlarında aranan hiç kimsenin ne adlarını adreslerini bilirler, ne… Devamı

Cer Memet

Kullanılan dilde ne bir kaşlığı vardı, ne bir anlamı. Yöresel bir şive olmalıydı adının başındaki lakabı. Çoluk, çocuk, büyük küçük öyle seslenirlerdi, Cer Mehmet beri, cer Mehmet öte. Araptı Cer Mehmet ama bana neydi Türkünden, Kürtünden, Arap’ından Çerkez’inden.  Cana yakın, hoş sohbet birisiydi işte, daha başka ne istenirdi ki. Lakabının anlamını o da bilmiyordu, ya da bana öyle gelmişti.  Arap arkadaşlarıma sordum, onlar da bilmiyordu.  Önceden bir tanımışlığım, tanışmışlığım yok. Sık sık gitmek zorunda kaldığım kasabadaki arkadaşlar öyle hitap ediyorlardı, sonra ben de onlar gibi hitap etmeye alıştım. Çok geçmeden de alıştık birbirimize. Biz emsallerden birkaç yaş daha büyüktü. Merakımı… Devamı

Kuzey Işıkları

“Nefretin sabahları serin olur, bu sele kapılanlar boğulur, bir daha kıyıya dönemez” demişti direnişin lideri yaşlı felsefe profesörü… Söz kulağında kalmıştı da sözün kime ait olduğunu hatırlamıyordu. Hapishaneden, kendisinin ve yoldaşlarının firar etmelerine yardımcı olan genç gardiyan olabilir miydi?.  Kaç kez beynini yoklamıştı ama bir türlü çıkaramamıştı. O günkü konferansına başlarken de barışa ilişkin bu cümle aklına gelivermiş ve konuşmasına da bu cümleyi referans alarak başlamıştı. Söz her kime aitse aitti, bu sözü söyleyenin kendileri için söylediğinden hiç kuşkusu yoktu, bu vazgeçemeyecekleri bir ilkeydi ve devrimci direnişçilerin de kılavuzu, düsturuydu. ”Zorunlu şartlarda bile hiç kimse devrimci eylemlerimizin mağduru olmamalıdır, böyle… Devamı

Büyük insanlar ansiklopedisi

Gizli bir şey söyleyecekmiş gibi etrafı kolaçan ederek kulağıma eğilip önümüzde yürüyen birisini gözüyle  “ büyük adamdır” diyerek işaret ettiği kişinin arkasından uzun uzun baktığımı hatırlıyorum. Çelimsiz, bacakları içe dönük dembil destek yürüyen birisinin büyüklüğü neresindeydi Allah aşkına… Hadi be sen de dercesine burun kıvırıp güldüm, gözlerimi kısarak almaz almaz yüzüne baktım. “Büyük adammış”… Lafa bak… Adamın gittiği yöne doğru yöneldim, söylene söylene yürüyorum. Öfkeliyim, kızgınım. Kafamı kaldırmamla bizim şefle göz göze geldim. Sırtında her zamanki siyah parkası… Eskimiş, bir yerinden çeksen iplik iplik eline gelecek. Göz ucuyla ayakkabılarına baktım, ahı gitmiş vahi kalmış. Bizim şef iyi koşar, hızlı koşar,… Devamı

Dik kafalılar

Ne mevsim o mevsimdi, ne de gün o gün. Yazın yakıcı ve boğucu sıcaklarının şehri terk ettiği, sonbaharın ılık bir akşamı… Hani yaş ta kemale ermiş, eş dostla muhabbetin dibine vurulacağı akşamdı… Çok istemesine karşın bir türlü o kaygısızlığa kendini bırakamadığı, beyninde kurdeşenlerin birbirini kovaladığı bin bir türlü vesveseyle o sohbet erbaplarının içlerinde olmasına rağmen bir türlü içselleştiremediği sohbetlere de bir tutam tuz biber katamıyordu. En olmadık zamanlarda eşin dostun bir araya geldiği ağız dolusu kahkahalara limon sıkarak suratını ekşitmek onun Allah vergisi huyuydu. “İzninizle dedi, lavaboya”… Şöyle bir dolaşıp geri dönecekti. Cadde upuzundu ve boylu boyunca yere serilmiş, herkesin… Devamı

Dönüşüm

Epey zamandır olup bitenlerle ilişkisini kesmişti, bugününe, yarınına, biricik kızına ilişkin beklentilerini de tüketmişti ya da askıya almıştı… O TV kanalından bu TV kanalına bir umutla saatler boyu gezinir, kendine, kendi hayatına ilişkin şöyle içine su serpecek bir umut kırıntısı aramıştı… Adamların tuzu kuruydu, umurlarında mıydı onun gibilerin aşsız, işsiz kalmaları, Her gün aynı şey… Ona posta koymalar, buna efelenmeler, refahı şöyle uçurmalar, parayı böyle kanatlandırmalar…”Öff, yetti be dedi, siz paraya kanat taktıkça bizim cebimizdeki zeytin peynir parsı da kanatlanıp avenelerinizin cebine uçuşuyor”… Kızının korkup göğsüne yaslanması bardağı taşıran son damla olmuştu… “Bıkkınlıkla TV kumandasını aldı, gerçi umudunu çoktan kesmişti… Devamı

İçimizden biri

Atlattın be usta yine beni… Hani kendi hikâyeni kendin anlatacaktın, “olur demiştin,  bugünlerde kafam biraz meşgul, en kısa zamanda”… Seninle sık sık değilse de karşılaşmamız, öyle aylar yıllar da sürmez, bir şekliyle bir yerlerde karşılaşırdık, Bir otobüs durağı, bir gecekondu kahvesi ya da bilmem şehrin hangi caddesi… Benim bakışlarımdan anlardın ya, doğrusu ben de tam bunu söylemek isterken sen lafı ağzımda bırakırdın… “ Tamam, tamam, en kısa zamanda”… Usta be,  aradan bunca yıl geçmesine rağmen senin en kısa zamanının enini boyunu bir türlü kestiremedim… Senin anlatacağın hikâyenin peşine düştüğümde mesleğe yeni başlamış, bir derginin çiçeği burnunda muhabiriydim… Şimdi emekliyim. Zaman… Devamı

Dağın yüzündeki yara

Efsane, çözülmeyen bir sır gibi yıllarca gizini korudu. Bu giz sadece bu dağın etrafında yer alan yörelerde değil, bütün çevrede “üzerinde konuşulması yasak” bir olaydı ve herkes bu adı konulmamış, yasayla ya da cop zoruyla kabul ettirilmemiş yasağa, nedeni bilinmeyen, anlaşılmaz bir sadakatle bağlıydı. Belki herkes her şeyi bilirdi de hiç kimse hiçbir şey bilmezdi. Üzerinde konuşanın büyük bir günah işlemiş gibi ele güne karşı itibarının sıfırlanacağına, insan içine çıkamaz olacağına, konuşanın çarpılıp ağzının yüzünün eğrileceğine inanılırdı. Hatta bunun öbür dünyada da hesabı sorulurdu, günah meleği alimallah omuzundan inmezdi. Yaşı daha küçük çocuklardan biri o bağırış çağırış saklambaç oyunlarında dağa… Devamı

Perşembenin Gelişi…

Tarih, kendi hikâyesini anlattırırken kuşkusuz yaşanılan çağın sınıf mücadelelerinin dinamiklerini rehber edinir. Anlatılan hikâye kimi zaman dram, kimi zaman komedi ya da çoğunlukla trajedi olarak sahnelenir. Çok az biriktirip mirasyedi gibi harcayan tarih,  “yavaş ilerleyen” yüzyıllarda yarattığı potansiyelin birikimlerinin bilançosunu çıkarır, hikâyesini yazar ve sahneye koyar. Bağrında taşıdığı ve “zamanı dolan” , artık çekilir tarafı kalmayan ve tahammül edilemeyen  “eskiyi” bağrından kovmak için yeni güçlere gebe kalır. Yirminci yüzyıla gelinceye kadar bir kaç yüzyılda bir- iki defa gebe kalan tarihin yirminci yüzyıla kadar gebeliği de bir anlamda sorunludur ve yirminci yüzyıl öncesi yüzyılların hikâyesi   “yavaş yüzyılların” hikâyesidir. Hatta öyle ki… Devamı