Yen

Selami Efendi deyip geçmeyin. Fabrikamızın gözbebeğidir o. Ömrünü, patronun,  patronun gölgesi müdürünün çekilmez afra tafralarıyla geçirenlerin, gençliğini küf kokulu mahzenlerin üstü bir parmak toz kaplamış ahşap rafların efendisi defteri kebirleri dehlizlerin loş ışığının dik merdivenlerinde bir aşağı indir, bir yukarı çıkar talimiyle geçiren büro çalışanlarının, ikide bir makinelerin yamyam dişlilerine kolunu parmağını kaptıranların, “kölelere ancak reva görülen ücretlerin ne zaman artırılacağı” ile kafa yoranların ulaşamadığı “gözdelik mertebesinin”  vazgeçilmezidir Selami Efendi… Anlama yeteneği ne kadar gelişmişse, duyma, işitme, tepki verme, karşı koyma gibi gereksiz şeylere ayıracak zamanı da bir o kadar yoktur. Müdürü leb demeden leblebiyi anlar, görmezlikten gelmesi gereken şeyleri… Devamı

Sessizlik

Çocukluğundan beri çözemediği bilmecesini çözecekti hayatının dağılgan ovasının kuytularında. Issızdı,sessizdi dağılgan ovası. Köy irisi bir yerdi burası, gelip yerleşmişti işte. Soranlara “daha önce yolunun buradan geçtiğini, burayı pek sevdiğini, uzun zamandır da buraya gelip yerleşmek düşüncesinde olduğunu” söylemişti. Kısa sürede öğrenmişti etrafı. Köyün bir yerlisi olup çıkmıştı. Köyün girişinde yer alan düzlüğün adı dağılgandı, dağılgan ovası derlerdi. İşten güçten vakit bulamayan yerlilerin pek uğramaya zaman bulamadıkları,  ıssız, sessiz bir yer. Giderek gününü geçirdiği bir yer olup çıkmıştı. Havalar da güzelse hardal otlarının üzerine sırt üstü uzanır, birbirine karışmış bin bir çiçeğin kokularını içine çeker, uzaktan geçen kuşların, üşütmeden tatlı tatlı… Devamı

Saygılar Delikanlı

O yıllar kamu kuruluşları arpalıktı adeta. Falanca bakandan, filanca müsteşardan ya da hatırı sayılır bir “ağır abi” den torpili olanlar becerisine, yeteneğine bakılmaksızın “münasip bir kadroyla” işe yerleştirilir, bu “müstesna yetenekler” asma kütükleri gibi üst üste yığılırdı. Benim torpilim de beni “münasip bir kadroyla” teknik okulda işe yerleştirdi. Teknik okuldaki kadro “münasipti” ama ben teknik becerilere fena halde Fransız’dım. Torpilim, ciddi bir kamu kuruluşunun genel müdür yardımcısıydı ve hatırı sayılır bir kadın akademisyenin kız kardeşiydi. Akademisyen, o güne kadar tanıdığım insan tiplemesinden ne kadar farklıydı, ne kadar vakur ve onur yüklüydü. Ben onun manevi oğluydum, mutlaka okumalıydım. Her ne kadar… Devamı

Sarı/Kırmızı

Kahvenin yola açılan kapısının berisinde oturduğu tahta sandalyesinde sesini sadece kendisinin duyacağı kısık bir sesle türkü söylüyor. Tanıyorum Cemal amcayı, Erzincanlı. Yetmiş yaşın üstünde. Devlet Demir Yollarından işçi emeklisi, “Hayrola Cemal amca, sesli söyle de bari biz de dinleyelim”… Gözüme bakıyor, gülümsüyor, cemal amcam hep gülümser zaten. “ Avukat” diyor “sen beni salak mı sandın, böyle bir günde bu türkü sesli söylenmez”. Kararı bir buyruk gibi, kesin ve tartışmasız, kestirip atıyor “ sesli söylenmez”. “Ya Cemal amca, söylediğin alt tarafı türkü, sesli söyleyince ne olacak” “Etraf muhbir dolu, Cemal “sarılı” türkü söylüyor derlerse beni alıp doğru kodese tıkarlar. “Neden?” “Halkı… Devamı

Pisi pisi

“Tehlikeli madde, yaklaşma, uzaktan geç”. Neden?. “Ne neden, oğlum salak mısın nesin, şu akaryakıt tankeri uzun aracın arkasında ne yazıyor… “Tehlikeli madde, yaklaşma, uzaktan geç”… Yani, ufuk ötesi ülkelerde gezin, uzaklara git, aradığın her neyse, kusmak istediğin ne haltsa oralarda da çokça var, araman gerekmez, onlar gelir ayağına takılır… “Ama ateş çemberine girme, yanarsın”… Okuduğu gazetenin makalesindeki satırları gösteriyor, pis pis sırıtarak: “ İster sandıktan çıksınlar, ister kışladan. Totaliter liderlerin gidişleri gelişleri kadar havalı olmuyor. “Kullanım süreleri” dolduğunda kendilerini iktidara getiren güç tarafından derlenip, toplanıp deliğe süpürülüyorlar.”… Ne demek istediğini anlamıyorum, söylediklerini de uymuyorum bile. Arkadaşımla çay içtiğimiz kafenin kenarında… Devamı

Sahi mi?

Çekingen, içine kapanık… Kahvenin giriş kapısının önüne konulan tek sandalyeye otururken, birisinden azar işiteceği, ya da küçümsenerek adam yerine konulmayacağı endişesiyle önce garsonun gözüne, sonra yakın masadakilerin gözlerine teker teker bakar, umursanmadığını görünce, başıyla ahaliyi selamlayıp usulca sandalyesine çöküverir… Herkesin birbiriyle haşır neşir olduğu kahvede adını sanını bilen yoktur, merak da etmezler.  Allah’ın bir garibi işte, kim bilir kimin nesi… Dikkatimi çekti, sandalyemi alıp yanına geldim. Oturabilir miyim? Ürküyor, tedirgin oluyor, gözüme bakıyor, azarlayacağımı, ya da “kalk lan buradan” diyeceğimi düşünmüş olmalı… Sadece gözüme bakıyor, sesi çıkmıyor. Affedersin, rahatsız ettim galiba… Yok, estağfurullah, buyurun… Çay içeriz değil mi?… Garsona sesleniyorum,… Devamı

Ses

Bıyıklarımızın henüz terlemeye başladığı yaşlardaydık. Bu yaşlarda insan kendini keşfeder önce ya, bizim önceliğimiz, ilgimiz kendimize ait değildi. Kendimizi merak etmeye zaman bulamadan dünyaya çevirmiştik gözlerimizi… Dünyanın herhangi bir noktasında olup bitenleri dert edinmiş, anlamaya çalışıyorduk. Hiç birimizin diğerinden bir kelime fazla bir şey bilmediği dünyanın ahvalini, ezberlediğimiz matematik formülleriyle çözmeye çalıştığımız cebir problemi çözer gibi çözeceğimize öylesine inanmıştık ki… İçimizde en entelektüeli olan arkadaşımız İşçi Partiliydi. Ona göre İşçiler, Köylüler bu seçimlerde İşçi Partisine oy verecek ve sosyalizm de kurulup gidecekti. İnanırdık o arkadaşımıza… Okulun tatil olduğu günlerde gittiğimiz köylerde propaganda yaptığımız köylüler dinlemezdi bile bizi… Daha babacan olanları… Devamı

YUSUFUN HİKÂYESİ

O günlerin çocukluğundan Yusuf’la ilgili anılarımda ve aklımda kalan tek şey “Pevlili Birdane demiştir ki”… tekerlemesi,  üzerinden geçen yıllara karşın eskimemiş, silinmemiş, beynimde inatçı bir iz bırakmıştır… Yusuf’la aynı yaşlarda, aynı okula giden iki çocuktuk. Ben, Yusuf’a göre daha bir haşarı, ele avuca sığmaz biriydim. Yusuf, hani övgüye değer görülen kız çocuklarına yüklenen “ağzı var dili yok” cinsinden melek gibi bir çocuk… Halamın oğlu… Okul vakti okula, kuran kursu vakti hocaya… Yerli yersiz haylazlıklarım sayılmazsa ben okulu aksatmayan biriyim ama Yusuf okulda nadiren görülür, gelmediği günler için öğretmenden ellerine yediği cetvelin acısıyla kıvrana kıvrana ağlayan biriydi.  Ağıtı kısa sürerdi, kuran… Devamı

Doğu-Batı

En çetrefil sorunlarımıza en pratik çözümler üretenimizdi, arkadaşımızdı anlayacağınız. Sevimli, cana yakın, şımarık kişiliği ile beklenmedik bir başarısızlık karşısında sanki ortada cenazemiz varmış gibi biz asabileşir, burnumuzdan kıl aldırmazken, o ne alımıza ne morumuza aldırış bile etmeden, hatta o sinirli halimizin kendisine tepkiye dönebileceğini umursamadan son derece rahat bir tavırla işi matraklığa vurdurur, zaman zaman içimizden birinin terslemesine sebep olan dalgasını geçerdi… O an, yüzündeki mahcubiyeti gizleyemez, çaktırmadan olduğu yeri terk eder, giderdi. Bizi çileden çıkaran bir olay karşısında yüzünün asıldığına tanıklık eden neredeyse hiç kimse olmamıştı. Doğal olarak içinde yaşadığınız ortamın psikolojisi davranışlarınızı, düşünce ve hareketlerinizi elbette etkiliyor. Bir… Devamı

Yakılacak yazı

Köyün “ yiğit delikanlısı” olmayı, daha ilkokula bile gidecek yaştadeğilken koymuştu kafasına.  Kendisinden neredeyse on yaş daha büyük olan, o güzeller güzelikız, köyün çeşmesinden su taşırken helkesinden ona su içirir, annesi de “kızımı sana vereceğim” derdi de, o kızı herkese karşı korumak nasıl olurdu da onun boynunun borcu olmazdı ki… Bu güzel kız onun namusuydu, kim yan bakabilirdi… Ardından laf eden zengin şımarık çocuklarını alimallah “ahır teresi gibi duvara yapıştırmak”, değneklerine değnekle karşılık vermek yiğitliğin şanındandı da yaşamının sonraki yıllarında duvara yapıştırılan da hep kendisi olacaktı.  Evlerinde, elde avuçta ne varsa fakire fukaraya dağıtmak da hesaba dâhildihani… Yiğitlik vermekle olurdu,… Devamı